VATİKAN NASIL VATİKAN OLDU?
Hz. İsa havarilerinden Petrus'a şöyle dedi; "Sen Petrus, bu kayalığa kilisemi kurmak istiyorum". Böylece Petrus Roma'nın ilk piskoposu oldu. Katolik Kilisesi bundan dolayı Petrus'u ilk papa olarak kabûl ediyor. Petrus'u diğer papaların takip ettiği ve Petrus'un İsa'dan aldığı güç ve temsilîyet bir papadan diğer papaya geçerek bugüne ulaştı. Bütün papalar hem Katolik kilisesinin başıdır hem de Roma'nın piskoposudur. Ayrıca – bir bakıma- Hz. İsa'nın yeryüzündeki vekilidir. Ama hem Papa bundan fazlasıdır hem de Vatikan...
İlk dönemde Hristiyanlara yönelik baskı politikaları 311 yılında Roma'nın Hristiyanlar ile baş edemeyeceğini anlaması ile son buldu. Daha sonra Roma çok akıllı bir tercih daha yaptı ve 380 yılında Theodosius Hristiyanlığı "devlet dini" ilân etti. Böylece imparator Roma'yı tehdit eden Hristiyanlık tehlikesini Roma'nın gücü hâline getirdi.
Aynı vesile ile Hristiyanlık da sür'atle kurumlaşmaya başladı. Roma'da, İstanbul'da, İskenderiye'de, Antakya'da ve Kudüs'te patrikhaneler kuruldu. Patrikhaneler dünya kilisesinin temel taşları olurken, kendi yapılanmalarını da hayata geçirdiler.
Söz konusu beş temel patrikhaneden iki adedinin Türkiye'de olduğu düşünüldüğünde, medeniyetler arası ittifak ve dinler arası diyalog kavramlarının tezatları ile beraber yükseldiği bu çağda, planlamaların "jeostrateji" ve "petrostrateji" gibi dinî gelişmeleri ve dengeleri gözeten bir stratejiye –belki adına "relistrateji" de denebilir- ihtiyaç duyduğunu gösteriyor.
Roma İmparatorluğu'nun merkezinin İstanbul'a taşınmasından sonra Roma Piskoposu Romalı soyluların ve kleriklerin desteğini alarak, dünyevî ve ruhanî bir güç hâline geldi. Papa Büyük Leo (440-461) döneminde yaşanan bu gelişmelerin devâmında, Hristiyanlık dünyasında doğu batıdan uzaklaştı. Doğu Kilisesi –yani İstanbul- Batı Kilisesi'nden –yani Roma'dan uzaklaşmaya başladı. Bunun nihâyetinde 1054 yılında Batının Katolikliği ile Doğunun Ortodoksluğu tam olarak ayrıştı ve iki kilise arasında ipler koptu. Bir başka deyişle Roma ve İstanbul kendi yollarına gittiler.
Papa İkinci Stefan, Lombartların Roma'yı tehdit etmesi üzerine kendisine güçlü bir müttefik aramaya başladı. Frank Krallığı bu desteği vermeye hazırdı ve Kral Pippin 754 ve 756'daki seferleri ile Lombart tehlikesini sona erdirdi. Franklar Papaya Orta İtalya'da bir bölgeyi hediye etti.
Daha sonra Büyük Karl da bu hediyeyi teyit etti ve sürdürdü. Böylece "Avrupa'nın Hristiyanlaştırılması süreci" başladı. 25 Aralık 800'de Büyük Karl "Kutsal Roma Germen İmparatoru" sıfatı ile tacını Papa 3. Leo'dan aldı.
Muhtemelen Kutsal Roma Germen İmparatorluğu'nu ve Büyük Karl'ın bu sayede ulaştığı kudret ve Papalık ile ilişkisini sadece, "papalığa hediye edilen topraklara ve Avrupa'yı Hristiyanlaştırması için verilen müsaadeye" dayandırmak doğru olmayabilir. Fakat bunlar yine de önemli bir detay olarak not edilmeli.
11. Asır'da papalar ile imparatorlar arasında –uzun bir aradan sonra ilk defa- bir güç denemesi yaşandı. Piskoposları kimin belirleyeceği ve atayacağı konusundaki derin görüş ayrılığı Papa 7. Gregor ile İmparator 4. Heinrich'in arasını açtı. Kriz papanın zaferi ve imparatorun lituryadan –İsa'nın son akşam yemeğinin anıldığı kutsal ekmek ve kutsal şarap ile yapılan törenden- ayrılması ile sonuçlandı.
Böylece papaların imparatorlara karşı güçlendiği bir süreç başladı. 13. Asır'da Papa 3. İnnocente "İsa'nın Vekili" sıfatını aldı. Söz konusu gelişme hem Hristiyanlık tarihi hem de Avrupa tarihi açısından son derecede nazik bir konuma sahip. Papaların imparatorlara karşı mücâdelesi daha sonra da artarak devâm etti.
Örneğin Papa 8. Bonifatius 1302'de "Unam Sanctam" fermanını yayınlayarak kilisenin evrensel hükümdarlığını ilân etti. Ferman "biz imanımızın teşvikiyle, kabûle ve muhafazaya mecburuz ki, sadece tek bir kutsal Katolik kilisesi ve apostolik kilise vardır" diye başlıyor ve "ama şimdi ilân ederiz, söyleriz ve tespit ederiz ki, her insanın varlığından çıkarılamayacak ve Roma'nın papasına tabi bir selâmet vardır" diye bitiyor.
Unam Sanctam fermanı ile kilise kendi imparatorluğunu, papayı da imparatorun üzerinde gördüğünü ilân etti. Papalık 14. Asır'da krize girdi. İtalya'da ve Almanya'da yaşanan siyâsî sorunlar Fransa'nın güçlenmesi sonucunu doğurdu. Fransa Avrupa'da hegemonyal politika izlemeye başladı.
Bugünkü siyâset terminolojisi ile tarif edecek olursak; Fransa güçler dengesini bozuyordu ve konjonktürü tehdit ediyordu. Avrupa'da mevcut sistematik bu tehdide direnecekti. Tehdidi en yoğun algılayan güç merkezi ise Papalıktı. Çünkü Fransa'nın çıkışı –her şeyden önce- Avrupa'ya dünyevî bir gücün hakimîyetini ve hâliyle, kudretini, gökyüzünden alan Papalığa meydan okuyordu.
Bunun üzerine Papa 8. Bonifatius Fransa Kralını afaroz etti. Fransa buna sert karşılık verdi ve birliklerini gönderdi. Papalığın ruhanî gücünü, askerî gücü ile denetimine aldı. Fransa Kralı 4. Filip 1309 yılı itibari ile kilisenin Hristiyan terminolojisinde "Babil Esareti" olarak geçen dönemi başlattı. Papalar Fransa'da Avignon'a sürgün edildi. Yaklaşık 70 yıl boyunca papalar, Fransız tahtının hizmetinde tutuldular.
Bu arada kilise içinde Fransız kardinallerin yükselişi başladı. Bugünkü Avrupa'nın Türkiye dışındaki tek laik devletine sahip olan Fransa'nın o dönemdeki çabaları Almanya'dan tepki görüyordu. Almanya 1414-1418 arasında Bodensee'de bir kongre topladı. 15. Asr'ın en büyük toplantısına klerikler, kardinaller, piskoposlar, başrahipler ve bilim adamları ile soylular katıldı.
Bu kongrede –hâlihazırda bir papa görevinin başında iken- 23. Jean, 12. Gregor ve 13. Benediktus papa adayları olarak belirlendi. Daha sonra 5. Martin yeni papa seçildi. Almanya'nın hedefi Fransa'ya karşı Papalığı yeniden güçlendirmekti. Bunda da başarılı oldu.
Ama kilisenin asıl zaafîyeti de yine Almanya'da kayıtlara geçti. 1618-1648 döneminde yaşanan Otuz Yıl Savaşları'nın ardından Luther Katoliklere karşı Protestanlığı kurdu. Luther papaların giderek daha dünyevî bir hâle gelmesinden duyduğu rahatsızlık sonucu papalığın evrensel hakimîyetine karşı bayrak açtı ve başarılı oldu. Bu dönemden itibaren Avrupa'da İncil'in özüne dönülmesi ve ruhbanların etkinliğinin sınırlandırılması için bir çaba yaşandı.
Din-siyâset çekişmesi bununla da bitmedi. Kilise direncini sürdürdü. Fakat kilisenin en büyük zorluğu yaşadığı dönem, küreselleşme rüzgârlarının dünyayı sardığı, ulus-devletlerin yükseldiği ve sömürgelerden akan kaynaklarla zengin olanların toplumda yeni bir sınıf kurduğu 19. Asır'da oldu.
1789'daki Fransız Devrimi kiliseye çok ağır bir darbe oldu. Bir sonraki ağır darbe ise Napoleon'dan geldi. Vatikan sürekli olarak toprak ve itibar kaybetti. Papa 6. Pius vefat ettiğinde Güney Fransa'da esirdi. Halefi Papa 7. Pius ancak Avusturya'nın korumasında ve Venedik'te seçilebildi. Papa 7. Pius, ancak Napoleon dönemi sona erdikten sonra Vatikan'a gidebildi.
Ancak kilise Büyük Britanya'ya karşı kurulacak mihvere katılmak istemeyince, 1808'de Fransız ordusu yeniden Roma'ya girdi. Papa Fransa'da Fontainebleau'ya sürgün edildi.
Napoleon'un 1814'teki düşüşünden sonra papa yeniden Vatikan'a döndü. 1815'te toplanan Viyana Konferansı Avrupa'nın yeni nizamını belirlerken, Vatikan'ın da 1797'deki sınırları yeniden kurulmasını onayladı.
Vatikan'ın selefi olan Kilise Devleti'nin son başı Papa 9. Pius iktidarının ilk döneminde serbestîyetçiydi. İtalyan liberallerinin ve millîyetçilerinin sevgisini kazandı. Ama beklentileri yerine getirememesi sonucu, 1848-1849'da Roma'daki devrim sonucunda kaçmak zorunda kaldı.
9 Şubat 1849'da Kilise Devleti'nde cumhuriyet ilân edildi. Fakat aynı yıl Avusturya'nın ve Fransa'nın askerî müdahâleleri döneminde Kilise Devleti yeniden kuruldu. Böylece Papa 9. Pius'da Avusturya'nın vesayetine girdi. Fakat Fransa Avusturya'yı 1859'da yendi ve Kilise Devleti'ni İtalya Krallığı sınırlarına kattı.
Fransa daha sonra yenildi ve askerlerini geri çekti. Bunun üzerine İtalya yeniden Roma'da güçlendi ve papayı siyâsette etkisiz kıldı.
Papa 9. Pius 1870'te Vatikan'da papalığın vazgeçilmezliğini ilân etti. İtalyan birliğinin sağlandığı ve İtalyan ulus-devletinin kurulduğu bu dönemde Vatikan İtalya'ya bağlandı. Papa 9. Pius dünyevî bir gücün denetimine girmekten memnun değildi.
"Vatikan'daki Esir" eseri ile, Orta İtalya'da, sınırları hatta Adriyatik Denizi'ne ulaşan bir ülkenin 40 hektarlık alana hapsedilmesinin ve kilise devletinin - Patrimonium Petri- ilgasına duyduğu tepkiyi dile getirdi.
Vatikan ancak 1929'da yeniden "Vatikan Şehri" ve "Kutsal Sandalye" oldu ve papa Vatikan'ın devlet başkanı olarak tanındı. Hukuken Roma'nın papasının makamı yeniden ihdas edildi.
Gregor Delvaux de Fenffe'ye göre Papalık 20. Asır'da zayıfladı ve zaafîyete düştü. Faşizm ve nasyonalsosyalizm döneminde gelişmelere sessiz kalmayı tercih etti. Papa 12. Pius (1939-1958) Yahudi düşmanlığına ve yaşanan vahşete sessiz kalmayı tercih etti.
Papa 23. Jean kilise tarihinde önemli bir gelişmeye imza attı ve 11 Ekim 1962- 8 Aralık 1965 döneminde düzenlediği toplantılar ile "din özgürlüğü" ve "diğer inançlar ile diyalog" kavramlarının yolu açtı. Ayrıca piskoposları kuvvetlendirerek kilisenin geleneksel hiyerarşiye karşı güçlenmesini sağladı. Liturya törenlerinin Latince değil, halk lisânında yapılması ve rahiplerin ayinlerde cemaate sırtını değil, yüzünü dönmesi gibi bir dizi önemli karar uygulamaya konuldu.
Kısa bir Vatikan tarihinin özetinin devâmında, Kilise Devleti'ne ve/veya Vatikan'a yönelen bazı eleştirilere de değinmek gerekiyor. Bu eleştiriler çok önemli. Çünkü sadece bir kurum ile ilgili kaygılara ışık tutmuyor veya o kaygıların içeriği dikkat çekmiyor. Aynı zamanda Avrupa tarihinde dün için, bugün için ve yarın için önemli olan bazı denklemleri de doğrudan ilgilendiriyor.
Bunun ne derecede önemli olduğuna işâret etmek için yakın zamandan bir misâl verilebilir.
Avrupa Anayasası hazırlanırken, Vatikan sürekli olarak itirazlarını dile getirdi. Hatta 29.10.2004 tarihinde yapılan imza töreninden sonra da bunları dile getirmeye devâm etti ve anayasasının girişinde "Tanrı", "İncil" ve "Hristiyanlık" konusunda dolaylı değil, doğrudan atıfta bulunulmasını talep etti. Vatikan söz konusu atıfların dolaylı yapılmasını üzüntü ile karşıladığını açıkladı.
İmza töreni Roma'da Campidoglio'da yapıldı. Tören mekânının seçiminde tarihe ve dine dayanan birtakım sembolizmalar vardı. Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) açısından doğum anlamına gelen Roma Antlaşması da 1975'te Campidoglio'daki Conservatori Sarayı'nın Orazi ve Curiazi Salonu'nda –aynı salonda- imzalanmıştı.
Tören için kullanılan salonda bunun yanı sıra papa 10. İnnocente'nin heykeli vardı ve imza töreni için kullanılacak masa da, heykelin altına yerleştirilmişti. Gerçek adı Giovanni Battista Pamfili olan Papa 10. İnnocente'nin kim olduğuna bakmak gerekiyor.
Papa 10. İnnocente 6 Mayıs 1574'te Roma'da doğdu ve 7 Ocak 1655'te öldü. 1644'ten 1655'e kadar papalık yaptı. Görev süresi sonrasında 1648'te –bugünkü Avrupa barışının başlangıcı kabûl edilen ve AB "barış" olgusunun terminolojisinde geçen karşılığı olan- Vestfalya Barışına şahit oldu.
Vestfalya Barışı iki yönü ile öne çıkıyor. Birincisi Katolik Kilisesi Protestanların etkinliğini ve varlığını kabûl etti. Aynı zamanda Almanların kontrole alınmasını sağladı. Papalık Vestfalya Barışı'na itiraz etti ve imza koymayan tek taraf olarak tarihe geçti ve şerh düştü.
10. İnnocente'nin vefatı da çok acıklı oldu. Baldızı odasını ve makamını yağmaladığı gibi, cenazenin mâlîyetini de karşılamadı. Cenaze ile üç gün kimse ilgilenmedi ve sonra törensiz defnedildi. Belki de Avrupa tarihinin en önemli iki töreninin 10. İnnocente'nin heykelinin ayaklarında yapılması, belki de Vestfalya Barışı konusundaki olumlu ve olumsuz bakış açılarına göre yorumlanabilir. Burada bazı sonuçlar ortaya çıkıyor. Ama hiçbiri iyimser değil.
Bu misâlden sonra, kilise konusundaki itirazlara değinecek olursak;
Rudolf Augstein 2000 yılında Alman Der Spiegel Dergisi'nde "Roma'da Hiç Olmayan Kayalık" adında bir yazısını yayınladı. Araştırmacı Augstein Roma Kilisesi'nin kurucusu olan ve Hz. İsa'nın talebi ile bunu yaptığı söylenen Petrus'un "hiçbir zaman Roma'da bulunmadığını" iddia ediyor ve buna ilişkin kanıtlar da sunuyor.
Helmut Steuerwald 22 Temmuz 2001 tarihli "Hristiyanlık Nasıl Yapıldı" başlıklı araştırmasında, Hristiyanlığın farklı dönemlerde farklı özelliklere sahip olduğunu belirtiyor ve kilisenin temel kavramlarının çarpıtılması ile güce ulaşması vasıtası hâline geldiğini söylüyor. Kilisenin bazı tezlerinin ne Hz. İsa ne de Hristiyanlığın başlangıcında hiç olmadığını savunuyor.
Kilisenin tarihî sürecinde birçok öğretiyi ret ettiğini ve güç dengesine faydası olmadığına kanaat getirdiği görüşler ile grupları tasfiye ettiğini söyleyen Steuerwald, bazı önemli saptamalar yapıyor.
Steuerwald'a göre, Hristiyanlığı döneminin ve çevresinin "olağan ve tipik bir ürünü" olarak niteliyor. Roma İmparatorluğu gücünün zirvesindeydi ve sınırları Akdeniz Havzası'nı, Tuna Nehri'ni ve daha birçok önemli bölgeyi kapsıyordu. Yüz yıl süren iç karışıklıkların ardından Sezar geldi ve devâmında daha sonra Augustus adını alan Octavian imparator oldu.
Direniş sadece Germanya'daki barbarlar ve Doğu Akdeniz'de Yahudiler ile sınırlıydı. Augustus'un kendisini tanrı ilân ettiği bu dönemde, Roma'da istikrar yeniden sağlandı ve refah arttı. Roma'da bu dönemde imparatora saygı korunduğu sürece geçerli olan bir dinî özgürlük ve müsamaha vardı.
Böylece çok sayıda din ve öğreti gelişti. Birçok mabed yapıldı. İmparatorluk topraklarının genişliliği çok sayıda farklı dinin ve inancın da bir arada yaşaması sonucunu doğurmuştu. İmparatorluğun doğuya doğru genişlemesi karma dinlerin ve melez inançların artmasına yol açmıştı.
Mısırlıların Osiris-İsis inancı, Perslerin ikiliği (iyi ruh ve kötü ruh), ve İyonya'nın mistizmi ile Doğu Asya'dan esinlenmelerin yin-yang inanışını, Budizmi Roma topraklarına taşıması din tartışmalarını alevlendiriyordu.
Steuerwald Hz. İsa'nın bütün bu etkileşimlerden etkilendiği kanaatinde. Buna şu misâlleri veriyor; Mısır kültürü esas alındığında, Osiris Tanrı, İsis ise Tanrının annesi idi. İsis'in kollarındaki Horus ise tanrısal bir evlâttı. Aynı zamanda Horus dünya ile ötesi arasındaki simge idi. Yine Pers kültüründeki Mithras inanışı da Hz. İsa'yı çok etkilemişti.
Steuerwald, Hz. İsa'nın ve Hristiyanlığın ilk döneminin görüşlerinin Yahudiliğin yine tipik ve olağan değerlendirmeleri olduğu kanısında. O dönemde Yahudilerin imparatorluğun birçok kesimine dağıldığına işâret eden yazar, Yahudiliğin farklı bölgelerde farklı kültürlerden ve akımlardan da etkilendiğini hatırlatıyor ve Hz. İsa'nın bundan da etkilendiği kanısında olduğunu söylüyor.
Steuerwald'a göre Hz. İsa aslında yeni bir şey söylemedi ve yeni bir tarif de yapmadı. Hz. İsa'nın karizmatik bir Yahudi rahibi olduğunu ve toplum içinde inandırıcılığı yüksek olan Hz. İsa, Yahudilerin zor durumda bulunduğu bu dönemde, diğer Yahudiler gibi dünyanın sonuna yaklaşıldığına inanıyordu. Görüşleri Yahudi inanışları, Helenizm ve Budizm'den etkilenen Hz. İsa aslında hiçbir zaman bir kilise kurmayı düşünmedi, üçleme diye bir görüşü yoktu ve sadece iyi bir Yahudi mümindi.
Teolo Hermann Rascke'nin ve Arthur Drews'in "hiç yaşamadığını" iddia ettiği Hz. İsa'nın bugüne farklı resimlerinin kaldığına işâret eden Steuerwald, Hz. İsa'ya atfedilen sözlerin de, onun ölümünden on yıllar sonra yazılı hâle geldiğine işâret ediyor.
Ağır baskı altında olan Yahudilerin umudu tanrının yardım etmesiydi ve bunu da dünyanın sonu ile özdeşleştirmişlerdi.
Steuerwald'a göre bugünkü dünyada da an gelişmiş bölgelerde, baskı altında olan grupların içinde öne çıkan karizmatik önderler, ahlâkî çöküntüye , siyâsîlerin ve devletin kifâyetsizliğine, tanrının yardım edeceğine ve yeni bir başlangıç olacağına ilişkin vaaz veriyorlar.
Steuerwald, her durumda bugün Hz. İsa'nın neler söylediği ve ne vaaz ettiği konusunda kesin bir bilgi bulunmadığının altını çiziyor. Özellikle Hz. İsa'nın lisânı olan Aramî lisânında, bu konuya ilişkin bir kanıt bulunmadığının altını çiziyor.
Hz. İsa dünyanın sonunu haber veriyordu, kutsaldı, şeytan çıkarılmasını savunuyordu, bütün Yahudiler gibi ve sadece onların kast ettiği anlamda Tanrının oğlu olduğunu söylüyordu, Roma'yı sevmezdi ve aynı zamanda Romalıları seven kimseyi de sevmezdi. O nedenle çarmıha gerildi. O dönemde çarmıha gerilerek öldürülmek olağandı.
Steuerwald, Hz. İsa'nın iyi bir Yahudi olarak asla kilise kurmak istemediğini, sadece Yahudiler arasında reform yapmayı hedeflediğini savunuyor.
Hz. İsa'nın sadece Yahudilere hitap etmiş olmasına da dikkat çeken Steuerwald, Hz. İsa'nın kutsal kitap Thora'ya da her zaman sadık kaldığı kanaatinde.
Diğer taraftan Teolog Gerd Lüdemann Hz. İsa'nın bir bakire tarafından doğurulmadığını savunuyor. Aynı zamanda Hz. İsa'nın çarmıha gerildiğinde bir konuşma yapmadığını da ileri sürüyor. Lüdemann'a göre, Hz. İsa'nın dirilmesi ise sadece bir dolaylı anlatım tarzı ile sınırlı. Aynı zamanda Hz. İsa'nın sözleri olarak gösterilen ifâdelerin ise büyük ölçüde yakıştırma olduğu kanaatinde.
Hristiyanlık'ta Hz. İsa'nın yakınında olan kimselerin, onun ölümünden sonra cemaatin devâmı için uğraştığı ve mucizelerini anlattığı ifâde edilir.
Steuerwald, o dönemde Hz. İsa için yapılan propagandaların hedefinin inandırıcılık olduğunu ve gerçekçilik olmadığını belirtiyor.Teolog Uta Ranke-Heinemann bu yönde keskin ifâdeler kullanıyor.
Uta Ranke-Heinemann'a göre, havarîlerin tarihi fantezi yönünden çok zengin olduğu gibi, aynı zamanda masallar ve efsaneler ile dolu. Steuerwald'de Hz. İsa'yı çarmıha gerenlerin başka kimseye dokunmamasını garip buluyor. O dönemde Hz. İsa ve efsaneleri her yıl daha da büyürken, vaaz ettiği dünyanın sonu hiç gelmedi.
Steuerwald'ın tezleri arasında Paulus'a dair de önemli itirazlar var. Yazara göre Paulus –ki Hristiyanlığın dünya dini hâline gelmesine hizmet ettiği savunulur- cemaate Hz. İsa'nın ölümünden sonra katıldı ve Hz. İsa'yı hiç tanımıyordu.
Paulus Helenizm ve Yahudilik konusunda çok iyi bir eğitime sahipti. Daha sonra mürted olarak Hristiyanlığa dahil oldu. Kısa sürede önderler arasına girdi. Romalılara tepkili değildi ve çok dindar bir Yahudi de olmamıştı.
Helenizm konusunda aldığı eğitim dolayısıyla diğer Yahudilere göre daha serbest görüşlüydü. Thora'ya sadakat konusunda da itirazları vardı. Her şeyden önce sünnete karşıydı. Pragmatikti ve cemaate üye kazandırmada başarılıydı. Cemaatin sadece Yahudiler ile yetinmemesi gerektiği kanısındaydı. Paulus başlangıcında "Yahudi tarikatı" olan Hristiyanlığa küresel din olma yolunu açtı.
Ranke-Heinemann'a göre, Hz. İsa "ben İsrail'in kaybolan koyunlarına gönderildim" diyen kişi olarak, "bir Yahudi rahip ve belki peygamber iken, evrensel bir efendiye, dünyanın Roma-Katolik hükümdarına dönüştürdü".
Steuerwald, Petrus'un Roma piskoposu oluşunun da sadece bir masal olduğunu savunuyor. Yazar bu masalın 2. Asır'da kilise tarafından uydurulduğunu iddia ediyor. Yazara göre amaç, rakipleri tarafından zorlanan Roma'nın merkezî güç ve Hristiyanların tek lideri olma arayışından kaynaklanıyordu.
Teolog Ranke-Heinemann, Petrus'un Roma'ya gittiği yönünde hiçbir kanıt veya işâret olmadığını savunuyor. Aynı zamanda Hz. İsa'nın doğuma ilişkin anlatımların da yoğun bir biçimde Marunî kültüründen geldiği kanısında.
Bu arada Roma 2. Asır'da buhran dönemindeydi. Sıklıkla imparator değişiyordu ve huzursuzluk en üst düzeye ulaşmıştı. İmparatorluk kurumları itibar yitirirken, çok dinlilik de artık daha az destek görüyordu. Bunun sonucunda ortak paydasını yitiren toplum, daha iyi bir yaşam için umudunu kurtuluşun gökyüzünden geleceğine bağladı. Nitekim Hristiyanlık da umut ve teselli tavsiyeleri ile doğdu. Bu sözler de Rosa Luxemburg'a ait.
Prof. Richard Krautheimer, Roma'da nüfusun sadece %10'unun Hristiyan olmasına rağmen, 313 yılında Hristiyanların Roma'da kurumlaşmasına ve özel haklara sahip olmasına, büyük hediyeler ile zenginleşmesine gerekçe olarak siyâsîleşme çabalarını gerekçe gösteriyor.
Rudolf Augstein, "İnsanın Oğlu İsa" adlı eserinde, Hristiyanlığın Roma'da yükselişini şöyle tasvir ediyor;
"İmparator Konstantin'in Hristiyan kilisesi dışında hiçbir ruhanî cemaat, yasa tanımazlığa bu kadar kolay uyum sağlayamazdı".
Gerçekten de Hristiyanlar Roma'da kendileri gibi düşünmeyenlere ve güçlerine itiraz eden herkese karşı vahşet başlattılar. Üstelik bu vahşete İmparator Birinci Theodosius da ortaktı. 380 yılında bir ferman şunu diyordu:
"Emrederiz ki, bu kanuna riayet edenler, Katolik Hristiyan olsunlar. Buna karşı olanlar ki biz onları deli ilân ederiz, kâfir olmanın utancını yaşayacaklar. Görüşme yerlerinin adı artık kilise olmayacak. Önce tanrının intikamını, sonra bizim gazabımızın cezasını yaşayacaklar. Bu yetki bize gökyüzünden verildi."
Hatta Katolik olmayanlar için "cehenneme gönderilecek mezbahalık hayvanlar" denilmeye başlandı. İncil tercümanlarından Hieronymus "kâfirler" için böyle diyordu.
Uta Ranke-Heinemann'a göre bu dönemde İskenderiye'de "dinsizlerin ilhâm kaynağı" olan kütüphane bilerek yakıldı. 516'da Hristiyan olmayanlar devletten kovuldu. 418'de Hristiyanlığa uygun olmayan yazılar yasaklandı. 423'te Katolik olmayanlar afaroz edildi ve mallarına el konuldu. 435 ve 438'de Katolikliğe aykırı ayin yapanlar için ölüm cezası konuldu. Yine 438'de bütün tapınaklar yıkıldı. Daha sonra Hristiyanlaştırma savaşları başladı.
Steuerwald bir önemli noktanın altını çiziyor. İmparator Konstantin'in Papa Birinci Silvester'e bütün Batı Roma İmparatorluğu'nu hediye ettiğini gösteren fermanın sahte çıkması resmi tamamlıyor.
Steuerwald'ın dikkat çektiği husus Hristiyanlığın tarihi boyunca ya şiddet ya da aldatmaca ile yayıldığı iddiası.
Bu ve benzeri iddialar istisna veya yeni değil. Francesco Carotta Gießener Anzeiger Gazetesi'nde 23 Aralık 1999'da yayınlanan bir makalede, Hz. İsa'nın gerçekte yaşamış olma ihtimâlinin William Tell'den fazla olmadığını söylüyor. Francesco Carotta, noelin de gerçek olmadığını savunuyor.
Carotta, yoğun bir tarama çalışmasından sonra tesadüfî olması çok zor olan benzerlikler tespit etmiş. Bu benzerlikler bir hayli dikkat çekici. Bu garip benzerliklerin başında Hz. İsa ve Jül Sezar var. Aynı zamanda Kleopatra ve Maria Magdalena, Nikodemes ve Nikodemus, Galya ve Galilea, Corfinum ve Rubicon, Lepidus ve Pilatus...
Araştırmacının tespitlerine göre, Hz. İsa, "İsa'dan Önce" doğdu. Doğumu 1 yılında değil, bundan birkaç yıl önce gerçekleşti. Milâdî takvime göre Sezar'ın İsa'dan 100 yıl önce doğduğu hesabının dönemin siyâsî nedenleri ile gerektiğini düşünen araştırmacı, Hz. İsa'nın yaşamış olduğuna ilişkin bir kanıt bulunmaması nedeniyle hiçbir konuda kesin ifâde kullanılamayacağı kanısında.
Araştırmacı şu örneği veriyor: "Bugün yapılan kazılarda Roma'da o dönemde döşenmiş telefon kabloları bulamadığımıza göre, Sezar'ın demek ki cep telefonu kullandığını varsaymaya mecbur muyuz?"...
Katolik Kilisesi'nin bazı esin kaynakları olduğu ve muhtemelen sadece esinlenmelerin etkisi ile kurulmuş olabileceği anlaşılıyor. Ama Katolik Kilisesi aynı zamanda başkalarına da esin kaynağı oldu. Ermenilerin Türkiye'yi karalayan iddialarına dayanak olarak gösterilen, ama ispatlanmamış olması fazla da önemsenmeyen Adolf Hitler'in Katolik Kilisesi ile ilgili şu ispatlı sözleri var:
"Cizvitlerden çok şey öğrendim. Bugüne kadar dünyada Katolik Kilisesi'nin hiyerarşik örgütünden daha muazzam bir şey olmadı. Bu örgütten çok şeyi kendi partime taşıdım. Yahudiler ile ilgili olan işi, sadece Katolik Kilisesi'nin 1.500 yıldır benimsediği aynı politikasıyla yürütüyorum. Yahudilerin tehlikeli olduğuna hükmetmişti ve onları gettolara ve saire gönderdi".
The Nazi Persecution of the Churches, Conway, 25. ve 26. sayfalarda öyle geçiyor.
Vatikan'ın tarihi her zaman Avrupa'nın süreçlerine doğrudan etkiledi. Belki tek başına belirleyici olmadı, ama daima dikkate alınan bir unsur oldu.
30'ların siyâsî ikliminde Kilise, "kâfirlere karşı" büyük bir mücâdele yürüttü. Kardinal Eugenio Pacelli, Papa 12. Pius, Papa 6. Paul ve Papa 15. Benediktus önemle üzerinde durulması gereken isimler.
Hitler, Mussolini ve Franco Roma Katolik Kilisesi'nin koruyucuları ilân edildi. Papalar, piskoposlar ve rahipler onlar için dua etti. Kilisenin Hitler'e maddî destek sağladığı ve bunun karşılığında dünyada Katolik bir nizam kurmasını beklediği iddia ediliyor. İddialar arasında Hitler'in "Kavgam" kitabını Staempfle adında bir Cizvit rahibinin yazdığı da var. Aynı çerçevede Papa 12. Puis'in kardinalliği döneminde ve adı Pacelli iken Hitler ile yakın olduğu da savunuluyor.
O dönemde Berlin-Vatikan ilişkilerinde Franz von Papen'in özel bir konumu vardı. Von Papen'in "Üçüncü Reich Papalığın yüksek ilkelerini sadece tanımayan, aynı zamanda uygulayan ilk güçtür" sözleri ayrıca çok önemli.
Yüksek ilkeler denildiği zaman Katolizmin dünyada başat güç hâline gelmesi anlaşılıyor. Bunun temel metodolojisi ise Papa 3. Paul'un 1545'te ilân ettiği engizisyon yasaları idi. Söz konusu yasaların 1963'te 23. Jean tarafından ve daha sonra Papa 2. Jean Paul tarafından teyit edildiği de ileri sürülüyor.
Üçüncü Reich'ın temelinde yer alan gizli polis örgütü Gestapo'yu Heinreich Himmler kurdu. Himmler Cizvit'ti ve Gestapo'yu Cizvit tarikatının ilkeleri ve şematiği ile kurdu. Aynı zamanda Hitler'in propaganda bakanı Dr. Josef Goebbels de Cizvit'ti ve "bu kavgaya tanrı için bir ayine gider gibi gidiyoruz" diyordu.
İmparatorlara taç veren, imparatorların tacını alan, hükûmetleri kuran ve yıkan papalar, çok kişiyi afaroz etti, ama ne Hitler ne de Mussolini veya Franco için bu tartışılmadı dahi!
Vatikan'ın bir istihbarat örgütü olduğu öteden beri söylenir. Bu örgütün Cizvit Tarikatı'ndan seçilen kimselerden meydana geldiği iddia edilir. 16. ve 17. Asırlarda İngiltere'deki Protestan katliamları için de yine Cizvitler sorumlu görülür.
1534'te İgnatius von Loyola'nın kurduğu tarikatın özünde bir Yahudi tarikatı olduğu da savunulur. Hatta bu nedenle Cizvit tarikatının liderlerine bir dönem "kara papa" denilirmiş.
İç içe geçen güç dengeleri ve karmaşık denklemler bazı gariplikleri de beraberinde getiriyor. Katolik Kilisesi İkinci Dünya Savaşı'nda ve sonrasında birçok gizli örgütlenme ve istihbarat teşkilâtı ile çok yakın ilişki içindeydi.
Daha sonra CIA adını alacak olan OSS (Stratejik Hizmetler Ofisi), MI6, Black Nobility, P2 ve Komite 300 başlıcalarıydı. Hatta "Büyük Vatikan Locası'ndan" da söz ediliyor. 1976'da P2 Skandalı patlak verdiğinde, 121 üst düzey Vatikan yetkilisinin de adı ortaya çıktı.
Bu adlar arasında Müsteşar Kardinal Jean Villot, Vatikan Dışişleri Bakanı Agostino Casaroli, Kardinal Sebastiano Baggio, Kardinal Ugo Poletti Vatikanbank'ın genel müdürü Piskopos Paul Marcinkus vardı.
CIA Başkanı Allen Dulles İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bu sistematikten yararlanmak istedi. Elbette Dulles için önemli olan, öncelikle bu şemadan kendi ihtisasında nasıl yararlanabileceği idi. Bunun için SS Önderi Gehlen ile görüşmeler yaptı.
Bu dönemde bazı SS subaylarının Kilise bağlantıları ve papaz kimlikleri ile kimi operasyonları taşeron olarak üstlendiği de iddia edilir. Ama ne bunun ne de tersinin ispatı mümkün değil. Aynı kapsamda SS'lerin Arjantin, Paraguay ve ABD'de görevlendirildiği, hatta "Özgür Avrupa Radyosu'nun" Gehlen tarafından tasarlandığı ve örgütlendiği de savunulur.
Komite 300 üyelerinden 1960'da ölen Joseph Retinger'in (Ratzinger değil) CIA ve Papalık arasında köprü olduğu ve papa 7. Pius'un doktoru Luihgi Gedda vasıtasıyla kurumsal işbirliğini sağladığı da dile getiriliyor.
Look Dergisi'nde Ocak 1966'da bir makale yayınlandı. Makalenin başlığı "Yahudiler Katolik Kilise'nin Düşüncesini Nasıl Değiştirdiler" şeklindeydi. Makale B'nai Brith Locası'nı konu ediyordu.
Papa 23. Jean'ın 3 Temmuz 1963 akşamı şüpheli ölümünün Meksika'da El Informador Gazetesi'nde yine 3 Temmuz 1963'te yayınlanması gibi garipliklerin de yaşandığı bu dünyada daha birçok iddia var. Acaba Papa 2. Paul hakkındaki savlar da doğru olabilir mi?
David Yallop "Tanrının Adına" adlı kitabında, 12 yıl ABD Deniz Kuvvetleri'nin istihbaratında görev yapan William Cooper'in Papanın İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya'da IG Farben adlı firmada, gaz odalarında kullanılan gazın üretiminde çalıştığını iddia ettiğini yazıyor. Daha sonra yargılanmamak için Polonya'ya kaçtığı ve rahip olduğu savunuluyor. Devâmında ise kardinal olup Vatikan'a geçmiş.
Papanın 27 Kasım 1983'te yayınladığı "Codex Iuris Canonici" fermanı ile, masonların afarozunu kaldırması da "diyet" olarak yorumlanıyor. Daha birçok iddia var. Belki bir kısmı veya hepsi doğru veya yakıştırmadır. Ama kesin olan bir şey var, çok önemli bir güç merkezi olan Vatikan'ın denklemlerin dışında kalacağını varsaymak hiç de mantıklı değil.
Zâten CIA eski Başkanı Robert Gates ABD ile Vatikan arasında soğuk savaş döneminde kurulan gizli ittifakı ilk kez resmî olarak açıkladı. Gates, "Komünizme karşı Papa İkinci Jean Paul ile birlikte savaştık" dedi.
Böylece Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA ile Vatikan arasında Soğuk Savaş döneminde yapılan işbirliği belgelendi. CIA'nın eski başkanı Robert Gates, Polonyalı İkinci Jean Paul'ün 1978'de Papalık tahtına oturması sonrasında Vatikan'la işbirliği yapıldığını itiraf etti.
İtalya'da piyasaya çıkan "Tarihi Değiştiren Adam" adlı kitapta yer alan açıklamalarında Gates, "istihbarat bilgilerimizi Vatikan'la paylaşıyorduk. Komünizm ile mücadelede ortak cephede savaşıyorduk" dedi. Nitekim Doğu Blokunun çözülmesi de 80'lerde Polonya'da başladı. Acaba Vatikan bugün dünya siyâsetinin daha az mı içindedir?
Buna göre, Amerikan istihbaratının sahip olduğu gizli belgeler CIA'nın eski başkan yardımcısı tarafından Papa'ya bizzat iletiliyordu. Ronald Reagan'ın ABD Başkanı olduğu 1980'li yıllarda, Papalık tahtına bir Polonyalının oturmasının Komünist Doğu Bloku üzerinde yaratacağı olası etkiler ABD tarafından tahmin edilmişti. Jean Paul'ün Haziran 1979'da Polonya'ya yaptığı ziyarette casus filmlerini aratmayan sahneler yaşandı.
Komünist Polonya hükûmeti Papa'nın ziyaret programını halkın öğrenememesi için elinden geleni yapmıştı. Bu sayede Papa'nın konuşmasına katılımı düşük tutmak istiyordu. Ancak CIA ajanları bunun önüne geçmek için valiz büyüklüğündeki bir korsan yayın cihazını ülkeye soktu. Polonya televizyonu devre dışı bırakılarak Papa'nın güzergâhının ve seyahat detaylarının anlatıldığı bir yayın yapıldı.
Doğu Avrupa ve SSCB'de Vatikan'ın etkisini artırarak komünizme karşı mücadelede Papa'ya tam destek veren ABD'nin kurduğu bu ittifak, Reagan yönetimine göre, "tarihin en büyük gizli ittifakıydı".
Bu arada Vatikan'a yönelen itirazların önemli bir bölümü, Kilisenin sahip olduğu muazzam mâlî kaynaklara rağmen fakirliğe ve salgın hastalıklara karşı sadece dua etmekle yetinmesi.
Kilisenin muhalifleri, "şeytanın işi" olan salgın hastalıklara karşı neden Vatikan'ın hiçbir şey yapmadığını soruyorlar. Başka itirazlar da var. Haftanın yedinci günü bütün batı ülkelerinde tatil. Bunun temelinde ise yine bir Hristiyan geleneği var ve "pazar" batı dillerinin çoğunda "güneş günü" anlamına geliyor.
Avrupa'da Hristiyanlık öncesindeki dönemde putperestler, haftanın birinci gününü güneşe tapınmaya ayırırlardı ve o nedenle o güne güneş günü derlerdi. Kilisenin muhalifleri buna büyük tepki gösteriyorlar ve ardında Hristiyanlığa aykırı nedenler olduğunu düşünüyorlar.Hz. İsa zamanında tatil ve ibadet gününün Cumartesi olduğunu savunuyorlar.
Anlaşıldığı gibi Vatikan'ın tarihi ve süreçleri göründüğünden epey karmaşık. Ancak her durumda kesin olan bir şey var: Papalığın Türkiye'ye ve Türklere bakış açısı asırlar boyunca yaşanan gelişmeler ile şekillendi.
Elbette Vatikan Türkiye'nin AB'ye tam üye olması konusunda doğrudan ve taraf olarak görüş belirtmeyi ve bu konuda sıklıkla konuşmayı tercih etmiyor. Küreselleşme fırtınasının şiddetle sardığı dünyada, bu dönemde medeniyetler arasında ve dinler arasında diyalog ve ittifak gibi romantizm dolu ifâdeler daha işlevsel görünüyor.
Fakat Papa Benediktus'un kardinal olduğu ve Ratzinger adı ile bilindiği dönemde Türkiye'ye karşı çok sert açıklamaları olmuştu. Ratzinger Türkiye'nin Hristiyan olmaması nedeniyle asla AB'ye katılmaması gerektiğini, batının tezatı olduğunu ve Türkiye'nin gidip Araplarla birlik kurması gerektiğini söylemişti.
Ama en ilginci Vatikan'ın yüzkarası olarak görülen ve varlığı tarihten silinmeye çalışılan 'kadın papa' Joan'dır...
Katolik kilisesi'ni yüzyıllardır rahatsız eden hikayenin baş kahramanı Joan, 9. asırda İngiltere'den ihraç edilmiş bir ailenin kızı olarak Alman şehri Ingelheim'da doğmuştur...
Oldukça zeki bir kız olan Joan, kadın olduğu için bunun kendisine dezavantaj yarattığını düşünür. 12 yaşına geldiğinde erkek elbiseleri giymeye ve erkek çocuk gibi davranmaya başlar...
Asıl hikaye ise Joan'ın Hristiyan misyonerlere katılmasıyla başlar...
Atina'da din ve felsefe öğrendikten sonra Roma'ya giden ve kendisini John Anglicus ismiyle, erkek kılığında tanıtan Joan, Benedictine Manastırına girer...
Roma'da bilgisi ile kısa sürede içinde rahip ve kardinallerin de bulunduğu geniş bir çevre edinir.
Bundan dolayı Roma kilisesinin başında olan Papa IV. Leon'un sağlığı bozulmaya başlayınca kardinaller, papalığa en layık kişi olarak onun adını dillendirmeye başlarlar...
847 senesinde Papa Leon ölünce yerine kilise dışından bir kişi olmasına rağmen, Joan seçilir.
Ve 8.Joan adıyla göreve başlar. Kaynaklar onun iki sene beş ay dört gün boyunca Papalık tahtında oturduğunu ifade eder...
Yaklaşık 3 yıl kilisenin başında olan Papa'nın görevi ise, kadın olmasının ortaya çıkmasıyla son bulur...
Hizmetkarlarından biriyle ilişkisi olan Joan hamile kalır...
Hamileliğini dokuz ay boyunca gizlemeyi başarır ancak 855 yılında Aziz Petrus Kilisesi'nin dışında kortej halinde yapılan dini tören sırasında doğum sancıları başlayınca çocuğunu doğurur ve kadın olduğu ortaya çıkar
Bu olaydan sonra Papa Joan'ın başına neler geldiği ve nasıl öldüğü konusunda çeşitli rivayetler bulunmaktadır...
Petrarch (1304- 1376), Fransa’da üç gece ve gündüz suların kanlı aktığını ve ortalığı sekiz kanatlı ve keskin dişli çekirgelerin istila ettiğini yazmaktadır...
Ölümünden sonra (kimilerine göre o ve çocuğu hemen orada öldürülmüştür) aynı yere gömülmüştür...
Papalar geleneksel ayinleri esnasında Romada yürürken daima bu noktada caddeden dönerler, bunun olaya duyulan nefretten dolayı yapıldığına inanılmaktadır...
Joan'ın ismi daha sonra papalar listesinden de silindi...
Ama, ondan 17 sene sonra tahta geçen ve 'John' adını almak isteyen bir başka Papa, 'Dokuzuncu John' olduğu takdirde sekizincisinin adı listelerden çıkartıldığı ve dolayısıyla da 'John'ların sıralamasında eksiklik görüleceği için Vatikan'ın yüzkarası sayılan kadın papanın adının başındaki sayıyı almak zorunda kaldı...
Vatikan, Joan'ın unutulması için elinden geleni yaptı fakat bazı kilise mensuplarının hadiseyi tarihlere kaydetmelerine bir türlü mani olamadı...
Bir kadın papanın varlığı ilk kez yaklaşık 1250'lerde rahip Jean de Mally'in el yazmalarında belirmiştir. Orta Çağ sonları ve Reform döneminde neredeyse düzinelerce yazar bu skandalla ile ilgili yazılar yazmıştır...
Konu 1265 yılında basılmasından sonra, Avrupada yıllarca en çok satılan kitaplar arasında yerini alan rahip Martin Polanus' un "Chronicon Pontificum et Imperatum" adlı kitabında da geçmektedir.
Bu gerçek bir olaydır diyenlerin en önemli delili İtalya'da "La Sedia Gestatoria" denen ünlü porfiri koltuğunun varlığıdır. Bu kırmızı mermer koltuk, şimdi Vatikan müzesindedir...